EKSOBİYOLOJİ
DÜNYA DIŞI YAŞAM FORMLARI MÜMKÜN MÜ?
Yazarlar: Zekiye Simge Ocak, Yaren Eğdemir, Deniz Başar, Umut Taneli, Arda Görkem Tokur
“Bu, kesinlikle ‘Dünya dışı yaşam var mı?’ diye bir soru değil. Bu, ‘Uzayda yaşamı ne zaman bulacağız?’ sorusu.”
Yaşam formları sıkça duyduğumuz karbon, hidrojen, azot, oksijen, fosfor, kükürt gibi basit yapı taşlarından oluşur. Bu yapı taşlarından olan elementlerin nereden geldiği uzmanlarca yıldızların içeriklerini incelendiğinde ortaya çıkmıştır. Yıldızların patlaması sırasında açığa çıkan yüksek enerji sonucunda gerçekleşen füzyon tepkimeleriyle yeni elementler oluşur. Bu elementler uzay boyunca yayılarak evrenin farklı noktalarına ulaşır. Böylece yıldızlar tüm evrenin özünü oluşturur, tüm maddelerin oluşması yıldızlar sayesindedir. Yıldızların yaptıkları bu hareket bir yandan diğer yıldızların oluşmasını sağlarken diğer yandan etrafındaki gezegenleri bu elementlerle zenginleştirir. Bu durum bize yaşamın nasıl oluştuğunu göstermektedir.
Bu yazımızda Dünya’da canlılığın oluşumundan yola çıkarak Dünya dışı yaşamın varlığını kimyasal ve biyolojik temellendirmelere dayanarak mercek altına alacağız.
Panspermia Teorisi
Evrenin başka yerlerinde canlılık olup olmadığını tartışmadan önce anlamamız gereken şey Dünya’da canlılığın nasıl oluştuğudur. Bu konu üzerine birçok teori bulunmaktadır. Herkesin bildiği Evrim Teorisi bunlardan biri değil, çünkü evrim teorisi canlılığın nasıl ortaya çıktığından çok canlıların nasıl birbirlerine evrildiğiyle ilgilenir. Cansız maddelerden oluşan bir yerkürede canlı maddelerin nasıl oluştuğunu açıklamaz. Bu noktada başka teoriler ortaya çıkar. Bunlardan birisi Panspermia Teorisi. Bu teori, evrenin her yerinde canlılık barındıran “tohumlar” olduğunu ve bundan 3.8 milyar yıl önce bu tohumlardan bazılarının Dünya’ya canlılığı getirdiğini savunur. Başta bilim-kurgu filmlerinden çıkmış ve gerçekliği olmayan bir teoriymiş gibi gözükse de, doğruluğuna yönelik kanıtlar bulunmakta. Örneğin, dünyadaki bir canlı türü olan arkeler, uzayda dayanılması gereken morötesi radyasyon, proton bombardımanları ve aşırı soğuklara dayanabilmektedir. İkinci bir kanıt olarak meteorların yapısı verilmektedir. NASA’nın Goddard takımı tarafından incelenen göktaşlarında aminoasit, bakteri ve karbona rastlanmıştır. Panspermia Teorisine göre evrende bulunan bu “tohumlar” göktaşları ve asteroidler sayesinde Dünya’ya ulaşmıştır.
Peki bu tohum diye bahsettiğimiz şeyler nelerdir? Bu tohumların bakteri sporları olduğu düşünülüyor ve bu noktada başka önemli bir soru ortaya çıkıyor: Bakteri sporları uzay koşullarına dayanabilir mi? Bu sorunun cevabını ise Almanya Havacılık-Uzay Merkezi’nin 2006 yılında yaptığı deneyde bulabiliriz. Bu deneyde Rusya FOTON Uydusu uzaya gönderilmiş ve içinde bulunan basilus subtilis bakteri sporları, kırmızı kum ve Mars’tan gelen göktaşı parçalarıyla uzaya bırakılmıştır. İki hafta sonra yapılan araştırmaya göre bakteri sporları uzay koşullarına direnmeyi başarmıştır.
Yaşamın Oluşabilmesi İçin Koşullar
Bugünkü çoğunluk kabulüne göre, bir gezegen üzerinde yaşamın ortaya çıkabilmesi için zaruri koşullar olarak, genellikle sıvı suyun, azotun, karbonun ve muhtemelen silisyumun varlığı gerekmektedir. Ayrıca gezegenin yörüngesinin, ait olduğu güneş sistemindeki yerinin “yaşanabilir kuşak’ta” (kabaca sistemin merkezindeki yıldızdan Güneş’in Dünya’ya uzaklığı kadar bir uzaklıkta olan kuşak) sabit olması gerekmektedir. Bugünkü genel kabule göre, Dünya’dakine benzer bir atmosferden ve sudan yoksun bir gezegende yaşamın var olabilmesi son derece spekülatif bir fikirdir. Sonuç olarak, evrende yaşamı araştırma programları gezegenimizdeki bu yaşam standartlarından yola çıkan güncel bilimsel bilgilerden hareketle yapılmaktadır. İçinde bulunduğumuz Güneş sistemi ve bu sistemin dışında kalan gezegenlerde yaşamın mümkün olup olmadığı ile ilgili araştırmalar sürmektedir.
Güneş Sisteminde Yaşam
Güneş Sistemimizde Jüpiter gibi gaz devi olan bazı gezegenlerin sıvı sudan oluşmuş okyanuslara sahip, katı yüzeyli ve yaşama elverişli uydularının olması gayet mümkündür. Güneş Sistemimizde sıcak, kayalık, bol maden içeren, Dünya gibi bir gezegen olup olmadığı henüz bilinmemektedir. Eldeki verilere göre, Güneş Sistemimizde Dünya haricinde yaşam barındırmaya en elverişli üç aday Mars gezegeni, Jüpiter’in uydusu Europa ve Satürn’ün uydusu Titan’dır. Bu düşünce hücreler için çözücü olduğundan yaşam için temel bir molekül sayılan sıvı suyu Mars ve Europa’nın yeryuvarının içeriyor olması olgusuna ve Titan’ın da içerme olasılığı üzerine kuruludur. 1970'li yıllardan itibaren Mars, Europa, Titan, Enceladus gibi birçok gök cisminde su buzu bulunduğunun keşfi astronomların suyun yaygın bir kimyasal bileşim olmadığı yönündeki önceki kanaatini değiştirmeye başlamıştır.
Mars’ta Yaşam
Mars’ın geçmişindeki sıvı su akışları Mars’ın yaşanabilirlik potansiyeli taşıdığını ortaya koymaktadır. Mars’ta su kutup bölgelerinde bulunur. Mars yüzeyinde sıvı suyun bulunmadığı konusunda günümüze dek çok tartışmalar olmuşsa da, kısa zaman önceki son saptamalara göre, su akışının aşındırmasıyla açılabilecek yeni yollar oluşmaktadır ki, bu gözlemler Mars yüzeyinde, geçici de olsa, sıvı suyun olabileceğini ve muhtemelen yeraltında da geniş sıvı su rezervlerinin bulunduğunu ortaya koymaktadır. Merih yüzeyindeki düşük ısısı ve düşük basınç altında yüzeye çıkan suyun çok tuzlu olduğu sanılmaktadır. Verilere göre, Mars’ın atmosferi ince olup, Mars yüzeyindeki sular yaşam için gerekenden çok daha tuzlu ve çok daha asitlidir; gezegen geçmişte günümüzdeki haline kıyasla daha yaşanabilir haldeydi. Fakat, tartışmalı olmakla birlikte, 1970'lerdeki Viking Programı sırasında Mars toprağındaki mikroorganizmaların saptanması amacıyla Mars’tan getirilen örneklerde bazı pozitif görünen sonuçlar elde edilmiştir. Viking Programı’yla edinilen verilerden yararlanan Profesör Gilbert Levin, Rafaël Navarro-González ve Ronalds Paepe yeni bir taksonomik sistem hazırladılar ve bu sistemde Mars’taki yaşam türü Gillevinia Straata adı altında ele alındı.
Sonraki yıllarda Phoenix Mars Lander tarafından yürütülen deneyler Mars toprağında sodyum, potasyum ve klorür içeren bir alkali bulunduğunu gösterdi. Bu besleyici toprak yaşamı taşımaya gayet elverişliydi. Öte yandan 2004’te iki yer teleskobu Merih atmosferinde metanın varlığını gösteren tayf işareti saptadılar. Kısa zaman önce Mars yörüngesindeki uzay gemileri Mars atmosferinde metan ve formaldehit olduğunu doğruladılar. Bu saptamalar Mars’ta yaşamın varlığını ima eden işaretler olarak yorumlandı; zira bu kimyasal bileşikler Mars atmosferinde hızla çözünmektedir. 2011’de Mars’ta olması planlanan Mars Science Laboratory adlı sonda aracı, burada jeokimyasal mı yoksa biyolojik bir kökenin mi söz konusu olduğunu anlamak üzere Mars atmosferinde metan (CH4) ve karbondioksitteki (CO2) karbon izotop oranlarıyla ve oksijenle ilgili ölçümlerde bulunacaktı.
Mars’ta biyolojik kökenli oldukları ileri sürülen oluşumlardan en tanınmışları “koyu kumul lekeleri” adıyla bilinen oluşumlardır. İlk kez Mars Global Surveyor tarafından 1998–1999 yıllarında gönderilen fotoğraflarla keşfedilen “koyu kumul lekeleri” Mars’ın özellikle güney kutup bölgesinde (60°-80°enlemleri arasında) görülebilen, buz tabakasının üzerinde veya altında beliren, mahiyeti henüz anlaşılamamış oluşumlardır. Mars ilkbaharının başlarında belirmekte ve kış başlarında yok olmaktadırlar. Bunların kış boyunca buz tabakasının altında kalan fotosentetik koloniler, yani fotosentez yapan ve yakın çevrelerini ısıtan mikroorganizmalar oldukları ileri sürülmektedir.
Europa’da yaşam
Jüpiter’in doğal uydularından Europa’nın dış yüzeydeki buz tabakasının altında sıvı su okyanusunun bulunduğu, bir başka deyişle, Europa uydusunun dışı buz tutmuş bir okyanusla kaplı olduğu sanılmaktadır. Bu sıvı su, esas olarak gelgit etkisiyle ısınmaya maruz kalmakla birlikte, ayrıca okyanus tabanındaki volkanik çatlaklar (hidrotermal bacalar) tarafından da ısıtılıyor olabilir. Kalınlığı 10 km. olduğu tahmin edilen bu buz tabakasının altındaki sıvı su okyanusunda güneş ışığı olmasa da büyük basınçlara dayanıklı piezofil türü organizmaların gelişebileceği düşünülmektedir. Bilim insanları bu okyanusun koşullarını çözebilmek üzere, çalışmalarında Dünya’daki, buzlar altında kalmış bir göl olan Vostok Gölü’nü (Antarktika) model olarak ele almaktadırlar.
Titan’da yaşam
Yaşam içerme potansiyeline sahip bir diğer gök cismi Satürn’ün en büyük uydusu Titan’dır. Titan’ın Dünya’nın ilk zamanlardaki koşullarına sahip bulunduğu anlaşılmıştır. Titan’daki göller Dünya dışındaki ilk keşfedilen göllerdir. Bu göllerdeki sıvının su olmadığı, etan ya da metan olduğu düşünülmektedir. Bununla birlikte, Satürn ve uyduları hakkında bilgi toplamak üzere gönderilen, NASA ve ESA’nın (European Space Agency) ortak yapımı olan robotik uzay gemisi Cassini–Huygens’ın Mart 2008’de sağladığı veriler, Titan’ın sıvı ve amonyak içerdiğini ortaya koymuştur. (ABD sonda aracı Cassini’nin indirdiği Avrupa sonda aracı Huygens Ocak 2005’te yüzeye konan ilk araç olmuştur.) 17 Ocak 2005 Astrobiyologların Titan’a ilgi göstermelerinin bir başka nedeni, azot, metan ve başka bileşimler içeren, basıncı Dünya’dakinin 1,5 misli olan atmosferidir. Atmosferi Dünya’da yaşamın başladığı dönemde sahip olduğu atmosferle aynı özelliklere sahiptir. Ayrıca Satürn’ün bir başka uydusu olan Enceladus’un buzlu yüzeyi altında bir okyanusun uzandığı sanılmaktadır.
Ksenobiyoloji
Dünya-dışı yaşama ilişkin sistemli araştırma, çokdisiplinli muteber bir bilimsel çalışma olup İngiltere, ABD ve Kanada gibi birçok ülkenin üniversitelerinde okutulmaktadır; Amerikan hükûmeti ise bu alanda NASA Astrobiyoloji Enstitüsü’nü kurmuştur. Bununla birlikte Dünya-dışı yaşamın nitelenmesinin yerine oturmuş olduğu pek söylenemez. Muhtemel Dünya-dışı yaşamın nasıl bir şey olduğu, türleri ve mahiyeti hakkında bir konsensüs yoktur. Bu alandaki hipotezler ve tahminler büyük bir çeşitlilik göstermektedir.
Kimilerine göre ksenobiyoloji (xenobiology) ve astrobiyoloji yanlışlıkla eşanlamlı olarak kullanılan iki terimdir. Böyle düşünenlerden biyolog Jack Cohen ve matematikçi Ian Stewart ksenobiyojiyi astrobiyolojiden ayırt ederler. Onlara göre, astrobiyoloji yalnızca Güneş Sistemi dışında Dünya-benzeri yaşam araştırmasıdır. Evrende yaşam konusuna daha geniş bir perspektiften bakan ve evrendeki yaşamın Dünya’daki yaşama benzer olmayabileceğinden yola çıkan kseonobiyologlar ise, “karbon şovenizmi” adı verilen yaşamın muhakkak karbon temelli olduğu görüşüne karşı çıkarlar ve çalışmalarında karbon ve oksijene gerek duymayabilecek canlı türleri de olabileceği olasılığını gözden uzak tutmazlar.
Güneş Sistemi Dışında Yaşam
Günümüzde Güneş Sistemi’miz dışındaki Dünya-dışı yaşamı saptamamız olanaklı değildir. Bununla birlikte, gündemde bu amaçla hazırlanan birçok proje bulunmaktadır. Gelişen keşif ve gözlem yöntemleri sayesinde giderek daha fazla yeni gezegen sistemleri keşfedilmektedir ve bunlardan bazıları hiç kuşku yok ki bizim sistemimizin benzerleri olacaktır. Nitekim NASA’nın Mart 2009’da fırlatılan Kepler Uzay Teleskobu aracının amaçlarından biri de Dünya benzeri gezegenleri saptamaktır. Bunu yıldızların “ışık eğrisi”nde (İn. Light curve) ölçümlerde bulunarak gerçekleştirecektir. Günümüzde “kızılötesi astronomisi”sayesinde uzak yıldız sistemlerinin toz ve asteroit kuşakları gibi çeşitli bileşenleri giderek daha fazla gün ışığına çıkarılmaktadır. Güneş Sistemi’miz dışındaki bir gezegenin 1995'te keşfedilmesinden beri, Güneş Sistemi dışındaki yaşamın, varsa, atmosferlerin spektroskopi yoluyla incelenmesi sayesinde saptanabileceği düşünülmektedir. Kısa adı ESA (European Space Agency) olan Avrupa Uzay Dairesi ‘nin bu alandaki bir projesi 2025 yılına uzanmakta olup Darwin Uzay Projesi adını taşır. Darwin Projesi’nin 2020 yılına doğru Güneş Sistemi’miz dışında yeni gezegenleri gün ışığına çıkarması ve bunlardaki muhtemel ilkel yaşam izlerini keşfetmesi beklenmektedir. Proje kapsamında uzaya yeni bir model easas alınarak hazırlanan 5 teleskopun uzaya yerleştirilmesi söz konusudur.
Bir güneş sisteminde “yaşanabilir kuşak”ta (güneş sistemlerinde Dünya’nın Güneş’e uzaklığı kadar uzaklıktaki kuşak) yer alan “yaşanabilir gezegen”lere ilişkin meselelere cevap arama çabaları günümüzde hayli yol katetmiş durumdadır ve bazı başarılar elde etmiş bulunmaktadır. Örneğin günümüzde “Doppler spektroskopisi” ve transit yöntemleriyle Güneş Sistemi dışındaki gezegenler keşfedilebilmektedir. Bu sayede, çevrelerinde gezegenlerin dolandığı yıldızların sayısının sanılandan çok daha fazla oldukları anlaşılmaya başlanmıştır. Güneş Sistemi’miz dışındaki, diğer güneş sistemlerinin “yaşanabilir kuşak”larında yer alan gezegenlerden ilk keşfedileni, dikeyhızdan yararlanılarak keşfedilmiş Gliese 581 c adlı gezegendir. Bu gezegen 4 Nisan 2007’de Fransız, Portekiz ve İsviçreli astronomlardan oluşan bir ekip tarafından keşfedilmiş olup, 20 ışık yılı uzaklıkta bulunan kızıl cüce tipindeki Gliese 581 yıldızı çevresinde dolanır. Dolayısıyla bu gezegen yüzey ısısı bakımından Dünya ile büyük benzerlikler taşıyor olmalıdır. Bu gezegenin ortalama sıcaklığının -3 °C ile 40 °C arasında değiştiği sanılmaktadır ki, bu da yüzeyinde suyun sıvı halde olabileceği anlamına gelmektedir.
Dünya Dışı Yaşamın Kimyasal Temelleri
Dünya dışı yaşamın varlığı, birçok soruyu beraberinde getiriyor. Dünya dışı yaşam formları nasıl oluştu? Kimyasal yapıları ve kalıtımları (besin kullanımları, enzimatik mekanizmaları, çoğalmaları ve çoğalmaları sırasında kullandıkları kalıtım materyalleri, vb.) dünyadaki yaşam formlarına benziyor mu? Yaşam formları nasıl oluştu? Bu yazıda dünyadaki yaşam formlarının oluşumundan yola çıkılarak dünya dışı yaşam formlarının oluşumunun kimyasal olarak mümkünlüğü ve olası yapısal farklılıklar araştırılacak.
Dünya’daki ilk yaşam formlarının nasıl oluştuğuna dair yapılan en ünlü deneylerden birisi Miller-Urey Deneyi’dir. Bu deneyde ilkel dünya koşullarında atmosferde gerçekleşen şimşek olayları gibi tepkimelerin gerçekleşmesi için gerekli enerjiyi sağlayan durumlarda, basit moleküllerden (H2,CH4,H2O,NH3,vb.) kompleks organik moleküllerin oluşabileceği kanıtlanmıştır. Görsel 1 deneyde gerçekleşen olayları şematize etmektedir.
Bu deneyin en etkileyici sonuçlarından birisi, en aşağıda bulunan soğutulmuş suda doğadaki 20 amino asidin hepsinin oluştuğu gözlemlenmiştir. Böylece amino asitlerin ilkel Dünya’daki atmosferik koşullarda bile oluşabildiği anlaşılmıştır.
Uzun zaman boyunca bilim insanlarının kafasını karıştıran bir başka soru da ilk oluşan kalıtım materyali ne olduğuydu. Hücrede protein oluşumu sırasında üç aşama gözlemlenmektedir: Replikasyon (DNA’nın kendini eşlemesi), Transkripsiyon (RNA’nın genetik kod baz alınarak sentezlenmesi), Translasyon (Proteinin RNA’daki genetik bilgiye göre sentezi). Akla gelen ilk soru ise “Dünyadaki ilkel yaşam formlarında kalıtım materyali olarak ilk ne kullanılıyordu?” idi.
Canlılık için iki şart vardı : kalıtım ve enzimatik aktivite. DNA tek başına bir kalıtım materyali olmaktan ileri gidemezken proteinler de katalitik aktiviteyi sağlamaktan ileri gidemiyordu. Peki ya ilkel koşullar altında tüm materyaller (DNA,RNA,protein) bir arada bulunamıyorsa canlılık nasıl var olabilmişti ?
Bu sorunlar yeni bir hipoteze önayak oldu: “RNA Dünyası Hipotezi”. Bu hipotezi destekleyen en önemli 5 neden:
1- Katalitik RNA: 1982–1983 yıllarında keşfedilen RNA’ya göre RNA hem kendi kendini parçalara ayırabiliyor hem de kendisinin kopyasını üretebiliyor. Böylece RNA kendi kendinin sentezini katalizleyebiliyor ve proteine ihtiyaç kalmıyor.
2- DNA sentezinde RNA’ya ihtiyaç olması: Her bir DNA sentezi başında bir primer RNA’ya gerek duyuluyor. Buna göre RNA olmadan DNA’nın sentezi de mümkün değil.
3- Ters Kriptaz Enzimi : Virüslerde keşfedilen bu enzim, RNA’yı baz olarak “tersine trasnkripsiyon” yaparak DNA sentezleyebiliyor. Bu enzimin varlığı RNA’dan başlanarak DNA’ya ulaşılabileceği gerçeğini göstermiştir.
4- Deoksiribozun Oluşum Zorluğu: Deoksriboz kimyasal yapısından dolayı kendi başına üretimi oldukça zor bir moleküldür. Günümüzdeki yaşam formlarında bile riboz şekeri ribonükleotid redüktaz ile indirgenerek deoksiriboza dönüşmektedir. Dolayısıyla ilkel dünya koşullarında deoksiriboz oluşamayacağı için ilk RNA oluşmuştur.
5- ATP: Hücrenin enerji ihtiyacını karşılayan adenozin trifosfat (ATP) molekülünün bileşenlerinden birisi riboz şekeridir. Enerji kullanımında kullanıldıktan sonra kalan adenin ribonükleotidi olduğu için RNA’nın ilk oluşması gerektiği düşünülmektedir.Bu sorunlar yeni bir hipoteze önayak oldu: “RNA Dünyası Hipotezi”. Bu hipotezi destekleyen en önemli 4 neden:
Dünyadaki ilk canlı formlarının oluşumu yukarıda belirtilmiş olan bilgiler ışığında şekillenmiştir. Peki ya dünya dışındaki yaşam formları varsa oluşumları bize mi benzemektedir ? Dünya’mızdaki ilkel koşullar diğer gezegenlerde de var mı ?
İlk olarak kalıtım materyallerinin nasıl oluşabileceği araştırılmalıdır. Hidrojen siyanürün (HCN) sudaki çözeltisi incelendiğinde oluşan tetramerler ile pürin bazlarının (adenin ve guanin) oluştuğu gözlemlenmiştir. Nükleotidlerin yapı taşlarından olan bu moleküllerin varlığı, kalıtım materyallerinin oluşmasına yol açabilir. Görsel 2 bu oluşumun nasıl mümkün olduğunu göstermektedir. Bunlar gibi pirimidin bazlarının HC3N’den, şekerlerin formaldehitten oluşabildikleri keşfedilmiştir.
Bu bileşikler varlığında yaşam için esansiyel olan moleküller sentezlenebiliyor, peki ya bu ilkel Dünya koşullarının sağlandığı gezegenler var mı? Satürn’ün en büyük uydusu olan Titan, ilkel Dünya ile oldukça fazla benzerlik barındırmaktadır. Yoğun ve azot bakımından zengin atmosfer, organik moleküller (özellikle metan) açısından zengin ortam bunlardan bazılarıdır.
Titan’daki oldukça düşük sıcaklık ve sıvı suyun yokluğu durumundan dolayı canlılığın kimyasal gelişimi oldukça yavaş gözüküyor. Ancak, Titan’daki hidrokarbon (çoğunlukla etan ve metan) denizlerinin oluşmasında sıvı su olmasa bile çözünmüş amonyağın (NH3) çok büyük bir rol oynayabileceği düşünülüyor. Eğer amonyak su yerine biyokimyasal tepkimelerde rol oynuyorsa aslında bu gezegende psödo-biyokimyasal (yalancı biyokimyasal) süreçlerin oluştuğu düşünülebilir. Bunlardan birisi de amino asit oluşumu. Amino asit oluşumu için gerekli olan su molekülünün yokluğunda, tepkimelerde amonyak kullanılması durumunda amino asitlerin “amono” analoğu olan “aminoamidin” oluşumuyla dünyada var olan protein oluşumuna çok benzer bir şekilde protein oluşumu, dolayısıyla canlılık oluşumu gerçekleşebilir. Görsel 3 amino asit ve aminoamidin arasındaki yapısal farklılığı göstermektedir.
RNA Dünyası Hipotezi her ne kadar büyük bir taraftar toplamış olsa da yapılan laboratuvar deneylerinde RNA ve DNA nükleotitlerinin sentezinin çok zor olmasından dolayı nükleotitlerin daha basit olduğu RNA öncesi bir canlılık döneminin olması gerektiği düşünülmektedir. 1991’de Nielsen’ın çalışmaları sonucu DNA’nın şeker-fosfat omurgası yerine poliamit (psödo-peptit) zinciri kullanılarak çok daha basit bir kalıtım materyali elde edilebilmiştir. Bu elde edilen peptit nükleik asidine PNA adı verilmiştir. PNA kendisiyle ve DNA veya RNA ile de eşleşerek replikasyon gerçekleştirebiliyor. PNA molekülü ilkel dünya koşullarında sentezlenmesi çok kolay bir molekül olarak görüldüğü için dünya dışı yaşam formları oluşumu sırasında PNA’nın oluşumu oldukça olası görülmektedir. Son zamanlardaki çalışmalar ile beş karbonlu pentozlar yerine daha basit bir şeker olarak glikol kullanılabileceği düşünülmüştür ve bu glikolik yapıların DNA gibi sarmal yapılar oluşturduğu görülmüştür. Böylece RNA öncesi dönemde GNA (glikolik nükleik asit) dönemi olabileceği düşünülmüştür. DNA,RNA,PNA,GNA yapıları Görsel 4’te gösterilmiştir.
GNA ve TNA ile yapılan çalışmalar sonucu aslında canlılığın muhtemel oluşumlarıyla ilgili çok az şey bildiğimizi ve dünya dışı yaşam formları oluşumunun şu anki bakış açımızdan çok daha ötede olan mekanizmalarla oluşabileceğini gösteriyor. Keşfedilen gezegenler üzerindeki koşullara bakarak canlılığın mümkün olup olmadığını söylememiz şu an tamamen kağıt üzerindeki varsayımlardan öteye gidemiyor. Şu anki bakış açımız sıcaklığın çok düşük ya da çok yüksek olduğu, basıncın çok düşük ya da çok yüksek olduğu yerlerde yaşamın mümkün olamayacağını düşünecek yönde olsa da, yaşamın gizemleri ve hala keşfedememiş olduğumuz gerçekleri dünya dışında yaşamın varlığına karşı hala ümitli olmamızı sağlamaktadır.
Sonuç ve Tartışmalar
Bu yazımızda Dünya’da yaşamın nasıl oluştuğundan yola çıkarak Dünya dışı yaşamın nasıl oluştuğunu ya da oluşabileceğini oldukça kapsamlı bir şekilde inceledik. Canlılık; kimyasal, biyolojik ve fiziksel süreçlerin birbirleriyle kurdukları harmoni ile oluşmaktadır. Bu harmoninin çok uzak olmayan bir zamana kadar sadece Dünya’da gerçekleşebileceği düşünülüyordu. Ancak bu bakış açısı keşfedilen her gezegen, canlılık hakkında yapılan her araştırma ve güçlü temellendirmelerle yavaş yavaş bitmek üzere. Yazımızda canlılığın sadece şu anki gözlemleyebildiğimiz canlılıktan ibaret olmayıp, canlılığın hayallerimizin çok daha ötesindeki farklı koşullarda ve farklı moleküllerde gerçekleşebileceğini gösterdik. Bundan sadece birkaç sene önceki dünya dışı yaşamın varlığına karşı olan bakış açıları ile günümüzü kıyasladığımız zaman, şu ana kadar ne kadar ciddi yol kat edildiğini ve bundan sonra da hala keşfetmediğimiz birçok şey olduğunu bilmek dünya dışı yaşamın varlığına inanmak için büyük bir motivasyon teşkil ediyor. Sadece kendi küçük Güneş Sistemi’mizde bile canlılığın var olabileceğini düşünürken, her geçen saniye genişleyen evrenimizde canlılık için uygun olan koşulların olması gerektiği yadsınamaz bir gerçek. Dünya dışı yaşama her geçen gün daha çok yaklaşılıyor ve bu yaklaşmanın bir gün neticeye ulaşacağını ümit ediyoruz.
KAYNAKLAR
https://iopscience.iop.org/article/10.3847/1538-3881/aae09a/meta
https://helix.northwestern.edu/article/origin-life-panspermia-theory
https://astronomy.com/news-observing/ask%20astro/2008/04/what%20is%20the%20theory%20of%20panspermia
Bakteri Spor Deneyi: https://www.researchgate.net/publication/224985876_The_response_of_Bacillus_subtilis_to_simulated_Martian_conditions_and_to_the_space_environment
Kanıtlar: https://evrimagaci.org/panspermia-teorisi-nedir-dunyaya-yasam-uzaydan-tasinmis-olabilir-mi-270
GİRİŞ= https://www.spacetelescope.org/images/heic1502a/zoomable/